Kadın Yazarlar Komitesi Üyelerinden "Sevgi Soysal" Üzerine Makaleler

6 Aralık 2007, Perşembe

Zamansız bir yazarın zaman aşımına uğramayan eserlerinden ve duruşundan biz en çok neyi nasiplenelim derseniz, işte...

 

Sevgi Soysal’dan umut damıtma dersleri

Karin Karakaşlı

 

Fiziksel olarak yanınızda olmayan birilerini kendinize çevrenizdeki pekçoklarından daha yakın bulmanın ikili bir anlamı var: Biri ölen kişi ile yaşamsal ruh bağınızın sürdüğü demekse, diğeri de halihazırdaki yaşamınız içerisinde kendini biraz ölü hissettiğinizin itirafıdır. Ama ne yapayım ki, Sevgi Soysal bana işte böyle yakın. Ülke üzerindeki havanın boğuculaştığı şu zamanlarda Sevgi Soysal, on yıllar önce ölmüşlüğüne inat, zaman boyutuyla dalgasını geçen muzip bir bilge gibi fısıldıyor kulağıma: “Oldum olası, kurallar içinde yaşamaya zorlandığım zaman, uymak zorunda bırakıldığım kurallardan daha katısını kendim koyarım. Bu bana, dıştan gelen baskıyı kendi coğrafyam içinde tesirsiz bıraktığım duygusu verir. Tutukevinde de öyle yapıyorum. Erken kalkmamız mı isteniyor? Ben daha erken kalkıyorum. Sayım düzeni mi var? Ben ondan daha çok disiplin isteyen bir jimnastik şartı koyuyorum... Benim seçtiğim tutukluluk, yine de özgürlük demektir. Ötekini ortadan kaldırmayan, ama benim düşünceme göre ötekini içeren bir özgürlük.”

12 Mart döneminin hediyesi olan bu zorlu özgürlük, Sevgi Soysal’ın nüktedan kaleminde en acıtıcı gerçekleri zerre duygusalllığa kaçmadan yeniden yaratmanın, yıkmanın ve hesaplaşmanın aracına dönüşür. Altı çizilen hiçbir şey yok. Sevgi Soysal, okuruna alan tanıyacak kadar güvenli kendi edebiyatına ve tabii hayatına.

Rastgele bahanelerle, muhbir iftiralarıyla kendini iki kez Ankara’da Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nda bulan Sevgi Soysal, ceza niyetine konduğu tutukevinden Yürümek, Şafak romanları Barış Adlı Çocuk öykü kitabı ve anılarıyla çıkar. Edebiyatını hayatından ayırmayan bir yürek ve aklın, başta yurdu olamk üzere elbette ait olduğu koca dünyaya, tekmil insanlığa armağanıdır onun eserleri. Neden derseniz, sahiciliğinden derim. Sadece bizzat yaşandığı için değil, üstüne bir de mesafelenerek ve ödeşilerek, üstüne bir de edebiyatın tel süzgecinden geçerek yeniden yaratıldığı için hem de. Koğuş arkadaşlarıyla paylaştıkları baskıdan “Zulmet Sevinci” başlığını çıkarabilecek denli hem de.

O sevinç kaç kez sınanmış insan onurunun sağlamasıdır üstelik. İşkencenin ardından bunalım geçirerek kendisini pencereden atan gencecik Çiğdem Leyla, böceklenmiş alçılı kolu ve donuk bakışlarıyla koğuşa getirildiğinde onu yıkayan, giydiren, onunla sürekli konuşarak ses etmesini bekleyen koğuşun çabasını, bir insanlık sınavına dönüştürür tek bir soruyla: “Hiç çocukluğunuzda, yaralanmış bir sineği, karıncayı, kurumaya yüz tutmuş bir çiçeği diriltmeye, canlandırmaya çabaladınız mı?..”

Hazır ol ve hiza eşliğinde sayısız sayımla, nizama uygun süregelen er tutukluluk uygulamasına ise verilecek tek yanıtı vardır: “Yüreğimizi ve düşüncemizi kim hizaya sokabilir? Kim hazrolda durdurabilir? Önemli olan da bu.”

Küçük ayrıntılarla anlatır Sevgi Soysal hikâyesini. Daha fazlasına gerek de kalmaz zaten. Bir fim sahnesi gibi gözümüzün önünde donar da, içimize işler sahneler. Misal, tutukluların kitapları toplatılınca, eşinin iki çuval ağır hukuk kitaplarıyla başbaşa bırakılıp “Bunları burdan derhal götürün” emrini alan Sevgi’nin birkaç satırda çiziverdiği tablo, ülkenin tamamını tutukevi kılan düzene aynı anda ağlayan göz ile gülümseyen dudaktır: “Zaman ricalar ve dert anlatmaların anlamsız kaçtığı, hem de içten gelmediği zamandı. Ses etmedim. Mamak tepesinden aşağıya kadar iki çuvalı sürükledim. Ankara’nın dondurucu soğuğunu duymayacak kadar ısındım bu arada, fena mı? Sonra anayolda, bir atlı araba durdurdum. İki çuval kitabı şaşkın arabacıyla birlikte yükledim. Sonra öyle, Anayasa ve hukuk kitapları yüklenmiş sucu arabasıyla geldim şehre. Böyleydi bu, buydu Anayasa ve hukuk, hürriyetin sözü mü olur?”

Sevgi Soysal, o hürriyeti Yıldırım Bölge’den, sivil merkez hapishanesine geçişte bulur. Burası cinayetten, kız satmadan mahkûm kadınlarıyla da olsa hazrol ve nizam buyurmayan arbedesi içinde hayatın ta kendisidir. Lâfı gediğine koyar Sevgi bir kez daha: “Bana burada yeniden ‘merhaba’ diyen hayatı coşkuyla karşıladım ve en kötü yüzüyle de olsa beni yeniden insanca karşılayan, yüksek duvarlarıyla dış dünyadan koparılmış da olsa, içinde hayatı, memleketimi, insanlarımı yeniden bulduğum bu yeri sevdim. Belki de merkez cezaevini ilk seven insanım. Ama insan hayata, insanca olana, benim kadar bağlı olup bundan böylesine koparılmışsa, başka türlü duyamaz.”

Ekleyebileceğim tek şey, başka türlü duyamamakla kalmayıp başkalarının kolay kolay yapamayacağı denli duyurmasıdır Sevgi Soysal’ın. Bu da, onun biricik bireyselliğini toplumun vicdanına dönüştürme tılsımından kaynaklanır. Hele bir de olanca dürüstlüğüyle korkularını itiraf etmeye görsün, kalakalırız bugün halen hissettirilen o bildik korkularla ve bu yüreğin direnç cesaretiyle başbaşa: “Neyse, günler geçsin, geçsin istiyorum ya ‘dışarıyı’ düşünemiyorum. Uzun süre buzdolabında dondurulmuş bir et gibi, dışarı çıkarılınca kokmaktan, bozulmaktan korkuyorum. Ve böyle bir ‘dışarı’dan, şimdiye kadar hiçbir şeyden korkmadığım kadar korkuyorum: İçimde yeniden kıpırdanan hayatın tümüyle merhaba...”

Merhaba Sevgi Soysal, sana hep ve daima merhaba... Nasıl da ihtiyacımız var sana, bizi sakın bırakma.

 

 

Gitmektir Asolan

 

Sezer Ateş Ayvez

 

SEVGİ’YE

İnsan

hiç ölmez

gibi

görünürken

en çok

ölüyormuş

öğrendik

Güner Sümer

 

 

Sevgi Soysal’ın Şafak romanında, Oya, bir baskınla başlayan gecenin sonunda, gözaltından çıkar, durup bakar çevresine. Gece bitmiş, kentin üzerine yeni bir gün doğmuştur. Gitmek ister.. Özgürlüğe, kurtuluşa değilse bile, gitmek...Her şey gitmek içindir çünkü...Gecenin karanlığından sıyrılıp gitmek, hem günde, hem de geçmişte yaşananlardan, gelecekte yaşanacaklardan kaçıp gitmek...

Çünkü; Sevgi Soysal romanlarındaki kadınların çoğunda, gitmektir asıl olan.

Şafaktan önce…

Adana'daki sürgünlüğünün bitmesine yakın, Maraşlıların evine konuk olduğu akşam, evdeki diğer kadınlar Güllü ve Ziynet, masaya uzak, mutfağa yakınken, erkeklerin arasında ayrıcalıklı görünen yerini terk edip gitmek ister, Oya. Oturduğu yerden kalkıp çıkamaz, polisler tarafından ev basılır, karakola, gözaltına götürülürler. Mustafa, Hüseyin, Ali, Zekeriya, gizli örgüt toplantısı suçlamasıyla gözetim altına alınırlar. Kadınlar; Güllü ve Ziynet, evde kalır.

Sorgu, işkence beklemektedir onları.

Polis Abdullahlar, Komiser Zekailer, daha önce Mamak tutukevinde Sema’yı ve Menekşe'yi bekledikleri gibi, ellerinde cop, ağızlarında katmerli bir aşağılanmayı yaşatacak sözcüklerle Oya’yı beklerler. Masanın üzerinde duran cop, duvarlarda yankılanacak ‘ orospu’ sözcüğü, Ali’nin işkenceden hırpalanan bedeninden kopup, taş zemine düşecek çığlık. Beklerler..

Üstelik, derinlerde bir yerde, çocukluktan genç kızlığa, yetişkin kadın olmalara doğru öğrenilmiş, içselleştirilmiş korkular, işte en olmadık zamanda, benliğin dehlizlerinden çıkarak, işkenceden de, tutsaklıktan da güçlü, Oya’yı utanç içinde bırakmak için, beklerler: Polis sorgusundayken ansızın hastalanıp, aybaşı olmanın korkusu… Direnmek isteyen bedenini soluksuz bırakan, güçsüz kılan, iç sarsıntılar, bir ben etrafında dönüp duran sorgulamalar…

Şafaktan önce, bütün bir gece, karakoldakiler, geçmişten şimdiye, iç hesaplaşmalarla dolu bir sınav verirler, hem istedikleri kadar kendilerine, hem birbirlerine, hem de polise.

Sevgi Soysal’ın roman diliyle; Şafak; 12 Mart’ı yaşayan Türkiye’de keyfi uygulamaların, işkencelere dönüşmesinin, sol kelimesine yakın her insanın, nasıl, baskının ve zorbalığın öznesi kılındığının anlatımıdır, bir bakıma.. Egemen olma isteği şiddete, zayıf kişiliklerin kendi çıkarlarını, varlıklarını koruma isteği, zavallı bir zalimliğe dönüşebilmektedir. Fabrika sahibi Muzaffer bey, faşist Zekeriya, güçlünün karşısında bir böcek durumuna düşen komiser Zekai’nin, o günlerin yaşanmasında, vazgeçilmez katkıları vardır..

Şiddet, hem toplumsal konumlarla, politikalarla sürdürür yaygınlığını, hem de copla simgelenen cinsiyetçi zihniyetle. Fabrikalardaki disiplinle, tutukevlerindeki işkenceyle, sokaklarda dolaşıp, şışt şışt diye seslenip, saklanan Cevdetlerle, varoluş koşullarını bulur. Zekeriya ve Ziynet’in bakışlarında gönüllü bir kabullenmişliğe ulaşır. Gecenin acımasızlığında tüm çıplaklığıyla, belirip görünse de, gözaltı saatleri bittiğinde de, dışarıda ve her yerde olacaktır. İnsanın bir özgürlük düşü kurmasını engelleyen koşullar, gelenek ve zihniyet, bir arada, kuracaklardır kumpası. …

Bu yüzden, daha bir zaman sürüp gidecektir gece. Şafağın, bütün bedelleri ödense bile.

Şafak...

Gün doğumları. Belli belirsiz bir başlangıç umudu taşır elbette..Oya için de, gözaltında yaşayanlar için de..Güneşe, caddelere, kalabalığa karışmanın, bir kez daha güneşin altında olmanın şaşkınlığı, en çok Ali için acıtıcı olacaktır, geceden, en çok örselenerek çıkan odur çünkü.

Şafak romanının son bölümünde gelen, yepyeni bir gün değildir, Oya bilir bunu, Adana’nın sıcak sabahında, caddelere, bayram yerinin içlerine, çadırın önünde göbek atan çingene kızlarına, nehir sularına bakar.. Oyalanır...

Gideceği yerde, bir araba beygiri sabrıyla dönen ev çarkı, karşılayacaktır onu. Bunu bilmek, özgürlük için daha ne sınavlar gerektiğini bilmek, Adana’nın yükselen güneşinde bunaltır onu.

“Şimdi ancak oyalanmak ve kaytarmak mümkün. Ötesi kavga ve savaş” s-272)

Ve sonra…

Evet, gecenin sonunda gelen, yalancı bir şafaktır. Yoksa, gözaltından salıverilmiş Oya, şafakta, neden oyalanıp, dursun? Özgürlük düşünün, sadece bir yanılsama olduğu düşüncesini, niye, dolaştırıp, dursun kafasında. Çocukluktaki gibi, bembeyaz bulutlarla dolu gökyüzüne uzanıp, yaklaşmak duygusuyla, aynı uçarı, aynı hayali istekle, ben’in, kendini, çevresini özgürleştirme isteğiyle, uğrunda mücadele etmeye inandıkları varken, içinde kımıldayıp duran - ne keder, ne sevinç- sadece boşunalık duygusuyla, Oya, neden oyalanıp, baksın sabaha?

Çünkü; gidecektir, nasılsa. Özgürlüğün her olmamışlığında, bıkmış, usanmış olsa da, gitmek, önce oyalanmak, hüzünle ve ağırlaşmış adımlarla, yürümek....Yürümek…Yeniden...Bir başka kente, şafağa...

Sevgi Soysal için, gitmektir asıl olan... Bitiremediği son romanı: Hoş Geldin Ölüm’dür…

 

Kafası Dağınık Rosa 

 

Müge İplikçi

 

 

Her şeyi birbirine karıştıran Rosa,

Hiçbir şeyin gerçek adını öğrenemeden yaşlanan Rosa

Tante Rosa her şeyi birbirine karıştıran, hiçbir şeyin gerçek adını öğrenememiş bir hayatın aktörü, bu hayatın insan belleğinden halka halka sökülüşünün adıdır. Bir tür sonun başlangıcıdır. Sadece kendisi için değil, genlerimize karılmış insanlık tertibimiz için de. Velhasıl, insanın söylem karşısında tutunamayışıdır. Başlangıç sayabileceğimiz külli bir mihenk varsa, şüphesiz.

O zaman durup bir fasıl düşünmek gerekir başlangıç nerededir diye. Tante Rosa’nın yazıldığı zamana denk düşen hayatın karşılığı, Türkiye gibi bir ülkede, sert rüzgarların estiği bir diyarın sunabileceği vaatler olabilir başlangıç. Zor. Ruhun saz semaisinin çoktan sahneden çekildiği bir denizsiz yerküre kumsalında duygunun ya da gönlü ne çekiyorsa onu düşünmenin çuhadarlığını yapmak mümkün müdür? Mayası tutmamış bir hamura çöreotu olmak da denilebilir, bu abeceye. Başlangıç, sistem içi kılmaksa, adresi Türkiye olabilir de olmayabilir de. Her şeyin arifesi olanı, din, ırk, yer ve yurt kavramlarından bağımsız olarak söylemin buyurganlığı biçiminde düşünürsek, neden olmasın! Başlangıç varsa, tamı tamına böyledir. Her yerde mümkündür insanın mitillenmesi; cinselliğin ve politikanın dar kalıplarına göre modellenmesi. İktidarın siftahı insanın varlık tarzına ilişkin atacağı ilmiklerle güçlenir. Yalınkat bir formüldür bu: Herkes aynı olmalıdır. Ve besbelli bu alabora asırlardır hiç bitmemiştir, biteceğe de benzememektedir.

Bilinen bir gerçektir: Başlangıç, herkes olabilme iradesi, hayat buyruğudur, Tante Rosa olmak değil. Her şeyi birbirine karıştıran, hiçbir şeyin gerçek adını öğrenemeyen Tante Rosa olur -hiç kimse, ipsiz sapsız bir hayat sabıkalısı.

Tante Rosa bütün kadınca bilmeyişlerin tek adıdır. İşte unutmak için, neyi unutmak, neden kaçmak için, işte bunlar hiç bilinmiyor, bunları bilmek bile bir ad değiştirmektir, bir kılık değiştirmektir, neden kaçtığını, neyi unutmak için soyunulduğunu bilmek, doğduğu anı bilmek, çıplak doğmuş olduğumuzu bilmek, çıplak öleceğimizi bilmek, hiçbir şeyi bilmemek ya da, ama hiçbir şey bilmediğini de bilmemek… Bunun için soyunmak ve suyun dibini görmek –sf 90

Oysa Sevgi Soysal’ın sonsuza uzanan asıl mesajı nettir: Yeni olanı ararken yeninin içinde yitmenin adıdır Rosa ve bu kahramana biçilen başlangıç dediğimiz de olsa olsa çürük bir düş cehennemidir. Yazarı için Rosa’nın tutunmaya meyil edebileceği hayat nohut oda bakla sofa bir serzeniş olabilir. Pastişi de bu yüzden gani gani kullanır Soysal. Bu düş cehenneminin içinde ancak bu kadar başlangıç ve yeni olabilir. Bu da olsa olsa eprimiş bir arayışın kurtlanmış önsözü ve son sözü çoktan sarf edilmiş bir ayrıksılıktır. Kitabı has kılan en çarpıcı yandır bu. Başlangıç ya da unutmanın pek de bir önemi yoktur, bu yüzden…

Tante Rosa’ının bir başlangıcı olduğundan kuşkuda olmamızın temel nedeni yazarının ona çok dürüst davranmış olmasıdır: Tante Rosa’nın iflah olmaz bir yanı vardır. Ne tam manasıyla küt küt delinin tekidir Rosa ne de hayatın sunabileceği doğruluk prensiplerinden nasiplenecek kadar süklüm püklüm, külkedisi biri. Kısaca o Tante Rosa’dır. Öyle doğmuş ve öyle ölecek biri.

Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’da bizlere sakınmadan söylediği, ne güzel söyler, hayatın temcit pilavı gibi kendini sürekli ayarladığı, güya sorguladığı ama hep sınıfta kaldığıdır; Tante Rosa’da hayat sınıfta kalır kanımca, Rosa’nın kendisi değil. Buna dair sarfettiği bir çift yalınkat mesajı vardır Sevgi Soysal’ın. Dışlanmışlığa yönelik bir sözdür bu. Yasakların insana getirebileceği yaftanın, nihayetinde her şeyin herkesce dile getirilemediği bir söyleme dönüşmesinin içine doğmuştur Rosa. Bu açıdan, Türkiye’de ya da dünyanın başka bir yerinde doğması, “ecnebi” hayaller peşinde koşması çok da fark etmez. Herkesin her şeyi konuşamadığı bir sistem içersinde konuşulmaması gerekenin bir tabuya dönüştürülmesi, çokca ayinleştirilmesi ve meşruiyetin tam da oluşturulmuş böylesi bir sistem üzerine oturtulmasıdır terennüm edilip duran. Bu bir kodestir. Hem de ne kodes! Rosa gibi bir öznenin, diğerlerinden farklı olarak konuşmaya kalkışması, dahası bunu hayatıyla ifade etmesi, böylesi bir söylemde elbette geri tepecektir. Püskürtülür Rosa; çünkü cinsellik ve politika gibi “en koygun ormanların geçit vermez sıklığına” denk düşen bir manevra tutkunudur. Kara boşlukların arasına sızmaya çalışan bir öznedir ve bu yüzden de yasaklarla burun buruna gelecek ve bunun bedelini gerektiği biçimde ödeyecektir. Bunun için bir militan refleksine sahip olmasına da gerek yoktur. Dünyadan istediği olsa olsa bir saydamlıktır; gerçeklerin kendini net bir biçimde ifade edeceği ve ruhunu bunun sarhoşluğuna bırakabileceği bir sahicilik. Bu sahicilik özlemine yasalardan ve yasaklardan oluşmuş insanlık zırhının verdiği yanıtsa her zamanki gibi uyduruk bir şefkat ve eğreti bir doğruculuktur: “rahatla, yasaları çiğnemeden istediğin kadar özgür olabilirsin ve sakın unutma gücünün asıl karşılığı bizdedir…”

Refleksleri yerinde bireylerin bu noktada yapması umulanı yapmaz Rosa, kendi için bir başlangıç yaratamaz; yani buyurgan, şefkatli, kapsamaya, kuşatmaya yatkın bu erk söylemi, arzusunun nesnesi yapmaz; hemen herkeste böylesi bir söylemi arzulama eğilimine yatkın biri değildir, aptal, budalanın tekidir Rosa. Başlangıcı reddeden bir kadın. Başlangıç yoksa anısı da silikleşmiş bir kadın. Silikleşmiş anılarınsa hatırlayabilme ya da hatırlatabilme iradesi yoktur.

Çıplaktık, yürüyorduk, utanmayı öğrenmemizle unutmamız bir olmuştu, çıplaktık, yürüyorduk. Kimin sınava girdiği unutulmuştu, çıplaklık unutturucudur. Biz unutmak için, kaçmak için soyunanlardandık, kaçmak için. Oysa hatırlamak için soyunulur, hatırlamak için. Neyin olmadığını, neyin olamayacağını hatırlamak için, yeniden başlamaya gücü olmak için, seçim yapmak için, seçim yapabilecek açıklığa kavuşabilmek için. Hayır demek için, evet demek için, başkaldırmak için, yakıp yıkmak için, barış için soyunulur, soyunulur. Tante Rosa daha bir kez olsun bunlar için soyunmadı, bunlar için soyunulabildiğini düşünmedi, görmedi, bilmedi.-sf 90

Kimilerince düzen, başarı, insanlık ve mantığın adresi olan modernitenin öteki yüzüdür Rosa.

Aslında Sevgi Soysal’ın kadın kahramanlarına yaşamsal bir an ve mekan oluşturacak farklı bir tınıya sahiptir...

Rosa’yı, Rosa’nın asıl kahramanı olan Sevgi’yi, kırık hayatlarımızdaki afyonlu gerçekle söylemek gerekirse çok özlüyoruz...

Share Box