Şiirlerinde Aziz Nesin

26 Ocak 2008, Cumartesi

Bugün Sevgili Aziz Nesin'in 92. doğum yıldönümü... O doğdu ve hiç ölmedi. Sevgili Nesin'i Şair Ayten Mutlu arkadaşımızın bir yazısı ile anıyoruz.

PEN

 

 

O’nu tanıyordum. Sanırım doğduğun günden beri…Dede Korkut’u, Nasreddin Hoca’yı, Yunus Emre’yi… nasıl tanıyorsam, onu da öyle tanıyordum. Yani hücrelerimle. belleğimle. Aziz Nesin’lik hayatlar yaşıyorduk biz toplum olarak çünkü. O’nu ilk ne zaman gördüm, anımsamıyorum şimdi. Ama kitap fuarlarındaki imza günlerinde, Türkiye Yazarlar Sendika’sındaki toplantılarda sık sık karşılaştık. Hep uzaktan baktım ona. Duruşuna, yüzündeki ifadeye, davranışlarına…Onu tanıyordum ama, bilmek de istiyordum besbelli. Çünkü o benim için, toplumsal belleğin bir fotoğrafı, bir aynası, kısaca dışavurumuydu bana göre.

Şimdi hep o ciddi duruşunu, hiç gülmeyen yüzünü anımsıyorum. Hep öfkeli miydi, hep karamsar mıydı, bilmiyorum. Ama sanki güldürürken ağlatan, komik şeyler anlatırmış gibi yaparken düşündüren ondaki o gizil gücü, yüzünün çizgilerine sinmiş o kederden alıyordu sanki. Etkinliklerdeki ya da kitap fuarlarındaki imza günlerinde, hep Aziz Nesin ve diğer yazarlar olarak ikiye ayrılır gibiydik. Çünkü onun önünde, dolana dolana uzayan kuyruklar.

Ellerinde Aziz Nesin kitaplar, sabırla sırasının gelmesini bekleyen, güler yüzlü kadınlar, gülümseyen gençler ve çocuklar olurdu. Bizlere ise, tek tük birileri, çoğunlukla da eş dost uğrardı ara sıra. Biraz burkularak, ama hiç kıskanmadan izlerdik onu. Kıskanmazdık onun okurlarını, çünkü o okurların binlerce mislini hak ettiğini ta yüreğimizde bilirdik

O’nu son görüşüm müydü, Sivas katliamından sonra Asım Bezirci’nin cenazesini TYS’’den almaya gittiğimizde? Bir masanın köşeciğine çökmüş, oturuyordu. Küçük, karaya, hayır o rengi bilemeyeceğim, belki mora, belki yeşile kesmiş yüzü, minnacık kalmış gövdesiyle. Bir kenara çekilip ona uzun uzun baktığımı anımsıyorum. Kendisi bir keder fotoğrafı gibiydi ve ben ona tek bir teselli sözcüğü bile bulup söyleyememiştim.

Çok da fazla sürmedi ondan sonra dünyadaki yolculuğu zaten. Ülkesinin içine düştüğü o ateşten kaosa daha fazla dayanamadı insan yüreği.

O bir efsane gibiydi. Dilden dile dolaşırdı yazdıkları, söyledikleri, eyledikleri. Kimi zaman, dişini tırnağına takarak yemeden içmeden hayata geçirdiği vakıfla ilgili fıkra gibi anekdotlar anlatılırdı, Çatalca’daki dost ağırlamalarında, “tam Aziz Nesinlik “ tutum içeren, çalışmaya, zamana verdiği önemi öne çıkaran davranışları, kimi zaman nerde nasıl yiğitçe bir karşı duruş sergilediği. Beni en çok etkileyenlerinden biri de Almanya’ya kendisini bir ödül vermek için davet ettiklerinde, bir radyo konuşmasında, ülkesiyle ilgili maksatlı bir soru karşısında; “Siz bana ülkemi kötülettiremezsiniz!” diyerek programı yarıda keserek çekip gidişiydi. Bir aydın duruşunun, bir yurtsever tavrının ne olduğunu bize öğretenlerden biriydi o. “

Bir Başka Türlü Sevmek” şiiri şöyle bitiyor:

Aziz Nesin’e sordular savcılar, yargıçlar

Yurdun ile , halkın ile, dünya ile hoş musun

Hoş olayım, olmayayım, o yurt benim, o halk benim

Dünya benim, size ne!

O hep dünyanın sahibi, dünyadaki bütün dertlerin,sahibi olduğu, bir yanlışlık varsa, onun düzeltilmesinden sorumlu olduğunu bilerek, inanarak yaşadı ve çizgisinden, duruşundan, insanlığından hiç ödün vermeden yaşadı ve öyle öldü. Ara sıra şiirlerine rastladım bir iki dergide. Sağlığında yayımlanan 99 kitabının beş tanesinin şiir kitabı olduğunu öğrendiğimde şaşırmıştım. Şiirlerini okumaya başladıkça şaşırmadım ama. Onu , o asık yüzünün ardındaki Aziz Nesin’i daha derinden tanımaya başladığımı fark ettim. Çünkü şiirleri öylesine içten, sade, duygunun duyarlıkla ustalıkla buluştuğu şiirlerdi ki…Kendisine sakladığı hayatının dizelere düşmüş aynalarıydı sanki. Son yayımlanmış şiir kitabı olan Sivas acısının girişindeki “Sunu” adını verdiği şiir şöyle;

Bu seviyi ben kanımdan canımdan damıttım

Görülmez duyulmaz oldu öylesine arıttım

Seksen yılın özetidir seçtiğim bir bir

Bu bir tutam öyküyle bu bir demet şiir"

Sanırım bu bir rehber şiir aynı zamanda. Çünkü onun hemen hemen bütün şiirlerinde yaşamından, anlık duygularından izdüşümler bulmak mümkün. Örneğin aşık mı oldu, kendinden hayli genç birisine, Şöyle bir şiirden öğreniyoruz düş kırıklığını:

SEVGİ DURAĞI

Söz verdiğimiz yerde buluştuk

söz verdiğimiz zamanda değil.

ben yirmi yıl erken gelip bekledim

sen geldin yirmi yıl geç

ben seni beklemekten yaşlıyım

sense beklettiğin için genç

 

Ya da, mutlu mu sevdiğiyle, bunu da hemen dizelere aktarıveriyor;

ASLINDA BU DENLİ GÜZEL KOKMAZ

Aslında bu denli güzel kokmaz hiç bir karanfil,

Onda seni kokladığımdan bunca güzel.

Aslında bu denli güzel olmaz hiç bir Sarıyer,

Orda seni öptüğümden bunca güzel.

Aslında bunca güzel olmaz hiç bir dünya,

Seni sevdiğim için dünya da böyle güzel.

Aslında bu denli deli değildim sor kime istersen,

Sevince seni delilik bile bak ne güzel.

Aslında sen dünya güzeli değilsin,

Sevdiğim için dünyada tek güzelsin...

İronik söylemlerin altından ince ince sızan gözyaşları hemen bütün şiirlerinde dokunuyor kirpiklerinize. Durup düşünüyorsunuz. “Evet evet, ben de merak ediyorum, eşin dostun halini onun gibi,” diyebiliyorsunuz ve şiir işte burada buluşuyor sizinle;

MERAK

içimde bir merak

öyle bir merak ki

ölümümden bir ay sonra

bir güncük yaşamak

ve dostu düşmanı suç üstü yakalamak.

Onun şiirlerini poetik bir açıdan değerlendirmek haddim değil. Ama belirmeliyim ki, İçerik bir şiiri şiir yapmaya yetmese de, yazılan şiir bazen bu kaygının önüne geçecek kadar değerli olabiliyor. İşte benim Aziz Nesin’in şiirlerinden öğrendim bir başka şey de bu oldu. Ama şiirlerinde ilk göze çarpan özellikleri de söylemeden geçemeyeceğim.

Onun şiirlerinde akıcı ve rahat bir anlatım, konuşma dilinin sadeliği var. Dupduru bir Türkçe ile yazmış şiirlerini. Dosdoğru söylemiş söyleyeceğini. Ama şiirin şiir gibi olması gerektiğini de hiç unutmadan. Zaman zaman halk şiiri tarzına yaklaştığı da olmuş. Ama onun kaygısı,ille de en güzel şiiri yazmak değil besbelli. Ve sadece kendi ruhuna kapandığı anların ürünleri değil bu şiirler. Gönül gözü hep açık , olan bitene, olacak olana. O şiir yazarken de insanlara bir şeyler göstermek istemiş, bir şeyler duyumsatmak, onları sarsmak, onlara öğüt vermek istemiş. Ders veriri bir tarzda didaktik şiirler de değil bunlar. Tersine yumuşak bir anlatımla söylüyor öfkesini de, sevgisini de, öğütlerini de. Ve gittikçe çürüyen dünyamızda, çürümenin karşısına duracak, onu engelleyecek tek güç olan insana sevdası gülümsüyor bütün dizelerinden. Günümüzde boğulan insana olduğu gibi, kendi boğazında bütün dünyadaki kötülüklerin elini hisseden şaire de söyleyecek sözü, verecek öğütleri olmuş:

BOĞULAN ŞAİR

Senin seyircilerin düşman

Senin yargıcıların düşman

Öylesine yenmek zorundasın ki

Kıl payı bırakmadan

Sayısız genlerle donatmalısın

İmgeden kristallerini

Ki kamaşsın gözleri

Yüreğinden yansıyan ışıltılardan

Elmasını öyle yontmalısın ki sözcüklerden

Bakırı kükürdü çevirip altına

Ki gözlerini alsınlar da kör olsunlar

Kanının akkora kesmiş parıltılarından

Her şair gibi değilsin sen İşin zor ki ne zor

Yargıcıların bakışlarında parlıyor

Keskin dişleri köpekbalıklarının

Her şairin bir çalgısı var

Senin tek çalgından duyulmalı orkestralar

Her şair senin gibi değil

İşin zor ki ne zor

Seyircilerin tırnakları sende

Yargıcıların dişleri sende

Her şairin bir sesi var

Senin sesinden haykırmalı korolar

Yine de yenik sayarlarsa

Yok sayarlarsa yine de

Öylesine yok olmalısın

Taksınlar nişan diye cinayetlerini

Şiirin koynundayken suç üstünde

Seni boğdukları zaman

“Çocuklarıma” adını verdiği şiirde ise, bütün dünyadaki çocuklarına seslenerek yinelemiş öğütlerini:

ÇOCUKLARIMA

Diyelim ıslık çalacaksın ıslık

Sen ıslık çalınca

Ne ıslık çalıyor diye şaşacak herkes

Kimse çalmamalı senin gibi güzel

Örnegin kıyıya çarpan dalgaları sayacaksın

Senden önce kimse saymamış olmalı

Senin saydığın gibi doğru ve güzel

Hem dalgaları hem saymasını severek

De ki sinek avlıyorsun sinek

En usta sinek avcısı olmalısın

Dünya sinek avcıları örgütünde yerin başta

Örgüt yoksa seninle başlamalı

Diyelim zindana düştün bir ip al

Görmediğin yıldızları diz ipe bir bir

Sonra yıldızlardan kolyeyi

Düşlemindeki sevgilinin boynuna geçir

Say ki hiçbir işin yok da düşünüyorsun D

üşün düşünebildiğince üç boyutlu

Amma da düşünüyor diye şaşsın dünya

Sanki senden önce düşünen hiç olmamış

Dalga mı geçiyor düşler mi kuruyorsun

Öyle sonsuz sınırsız düşler kur ki çocuğum

Düşlerini som somut görüp şaşsınlar

Böyle dalgacı daha dünyaya gelmedi desinler

Dünyada yapılmamış işler çoktur çocuğum

Derlerse ki bu işler bişeye yaramaz

De ki bütün işe yarayanlar

İşe yaramaz sanılanlardan çıkar

Ah, nasıl unutmaya başladı insanlar güzel şeyleri, değerli şeyleri…erdemli olmanın ayıp sayıldığı, aptallık sayıldığı bir dünyadır şimdi yaşadığımız. Keşke diyorum, keşke, şimdi aramızda olsaydı da, gözlerimizin içine baka baka, neler yitirmekte olduğumuzu, nasıl sevgisizleştiğimizi, nasıl da yalnızlaştığımızı bir kez daha anımsatsaydı bize:

ÇOĞALMAK

Kalabalıkta kalabalıkça yalnızlık

Yalnızladıkça birbirimizi

Haydi çoğalalım

Çoğaltarak kendimizi

Bir canım çoğal da bin can ol

Isıt yaşlıların yalnızlıklarını ilinsin üşümüşlüğü bırakılmışların

Çoğalın dudaklarım çoğalın sonsuz

Öpün bütün ağlayan çocukları kimsesiz

Çoğal gözlerim çoğal

Gör bütün görmeyenlerde yapayalnız

Ellerime tutunun ellerime çoğalın

Okşayın sevecenlikle çocukları

Hıçkırırlarken uykularında bile

Hep anlatmak istedi. Anlatabildi mi. Evet! Ama anlatamadığı bir şeyler olduğunu düşündü hep:

DAR DÜNYA

Yüreğim gövdeme sığmıyor

Gövdem odama

Odam evime sığmıyor

Evim dünyaya

Dünyam evrene sığmıyor

Patlayacağım

Acımın acısından susmuşum

Ki suskunluğum göklere sığmıyor

Böyle bir acıyı kimlere nasıl anlatacağım

Gönül dar geliyor sevgime

Kafam beynime

Ah şakaklarım

Çatlayacağım

Anladım artık anladım

Kimselere anlatamayacağım

Hep yetişememe duygusuyla koşup durdu, en uzun maraton koşucusu olduğunu bilerek.

“EN GÜZEL ZAMANIMDA” adını verdiği şiir şöyle başlıyor :

zamanın ardından koşuyorum

yetişemiyorum, yetişemiyorum yaşama

Ama o inancını hiç kaybetmedi, yetişecek, yetişecekti, o en uzun maratonda, en bilinmeyene bile olsa ilk yetişen o olacaktı.

EN UZUN MARATON

Yüz metrede beni herkes geçer

Dörtyüz metrede pekçokları

Geçer çoğu sekizyüz metrede

Ama ben bırakmam yarışı

Beni bin metrede geçersin

Ben yine koşarım

On bin metrede öndesin

Koşarım ben yine

Yirmi kilometrede geçersin

Hep koşmaktayım

Otuz kilometrede

Kırk kilometrede de geçersin

Ben koşuyorum hâlâ

Ama ellinci

Yada altmışıncı kilometrede

Soluğun tükenip bir yerde

Dayanamaz düşersin

Bak koşuyorum hâlâ

Çünkü ben bir yaşam maratoncusuyum

Bu yüzden yaşamın en yalnızıyım

Bu sonsuz yarışın sonunda

Beni geçemezsin

Ölümün en büyük ödül olduğunu bilemezsin

Yine ben olurum ilk göğüsleyen ölümü

Son kitabına adını verdiği “Sivas Acısı” şiiri şöyle bitiyor:

Ey yüreğimin onmaz acıları

Ey beynimin dinmez sancıları

Suç ne bende, ne sende

Suç seni karanlıklara gömenlerde

Ne de olsa yurttaşımsın

Kapalı olsa da bütün vicdan kapıları yüzüne

Bilmelisin bir yerin var can evimde

Nasıl da kocaman bir yürek taşıyormuş meğer! Her şiirinde bunu bir kez daha öğrendim. Ve çok kızdım kendime. Keşke Sivas kıyımından sonra gidip ellerine sarılıp, “Yalnız değilsin, ben varım, biz varız.” diyebilmiş olsaydım ona. Diyemedim. Ona şimdilik onun dizeleriyle hoşça kal! diyelim hep birlikte, hiç eğilmemiş başının önünde eğilerek:

ÖLÜME EĞİLMEK

Uyumaya değil

Rüyalarıma gidiyorum

Orada yaşayacağım isteğimce

Uyanıkken hiç yaşayamadığım

Hepsi de gençti güzeldi

Sevdim sevildim diye aldanarak

Son gördüğüm onlar olacak

Bunca yıldır sevgiye dayanamadığım

Ölüme değil

Sonsuzluğa gidiyorum

Orda dinleneceğim gönlümce

Yaşarken hiç mi hiç dinlenemediğim

Kalemim yine elimde

Kağıtlarım da önümde

Son uykusunda düşecek başım

Sağlığımda hiç eğmediğim

 

Aziz Nesin Karikatürü: Ali Ulvi Ersoy

Share Box