Gramsci ve Türban

5 Şubat 2008, Salı

Gramsci üzerine uzun uzadıya konuşacak değilim şimdi, türbanla ilgili yapılan tartışmalarda noksan bırakıldığını düşündüğüm bir boşluğa dikkati çekmek veya işin bu yanını vurgulayacak olmasında ötürü seçtim -Gramsci’yi! Belki yazıldı/söylendi/tartışıldı ama ben okumadım/duymadım/izlemedim. Kabul, kabahat bende olsa da kabaca özetleseydik eğer, tartışmanın iki tarafından söz edebilirdik. Birinci taraf: (haklı olarak) demokrasinin olmazsa olmaz sonuçlarından yola çıkarak türbanın serbest bırakılmasını savunanlar; ikinci taraf: (yine haklı olarak) laik, modern bir devlet/toplum yapısının buna uygun olmadığını ileri sürerek türbana karşı çıkanlar. Bir üçüncü tarafsa, yeterli uzlaşma ortamının sağlanmamış olmasını eleştirenler. Bu kesimse her iki tarafa birden hak verenlerden oluşuyor; yani çözümün ne olacağını kestiremediklerinden uzlaşma ortamından medet umanlar. (Bkz: Mesut Yılmaz.)

İyi de, herkesin birden haklı olması Nasreddin Hoca misaline çeviriyor bu işi, oysa bu işin bir başka yanı daha var: İşte şimdi Gramsci’ye bir gönderme yapacak olsaydık eğer, ‘Politik Toplum Kavramları’ ile ‘Sivil Toplum Kavramları’ arasındaki ayrımın önemini fark edebilir, tartışmayı bu ayrım üzerinden yapabilir, sorunun çözümünü de kendiliğinden bulup çıkartmış olabilirdik; çünkü (bilindiği gibi) politik toplum kavramları, devlet-iktidar-parti gibi kavramları kullanarak toplumu yukardan aşağıya ‘düzenleme’ esasına dayanan bir anlayışı, sivil toplum kavramlarıysa (böyle bir niyeti/hedefi olmayıp) insanların kendi ‘özgül’ hakları üzerindeki taleplerini dile getiren bir anlayışı içerir. Bu genel bilgi veya ilkede anlaşıyorsak eğer, o zaman ikinci bir soruyla karşılaşacağız demektir: İslam, başlı başına bir ideoloji değil midir? Tabii ki ideolojidir! Toplumu kendi (siyasi) inançları doğrultusunda düzenlemek isteyen; devlete ve iktidara talip olan; her türden ideoloji ve devlette görüldüğü gibi inançları doğrultusundaki uygulamaları dışında kalanlara güç/zorbalık uygulamak zorunda olan bir ideolojidir. İnsanların inançları-inançsızlıkları-cinsel tercihleriyse, sivil toplum kavramlarıyla açıklanır. Böylesi toplumlarda, yani demokrasini egemen olduğu toplumlarda bireysel seçimlerle ilgili haklar arasında dileyenlerin diledikleri dili konuşma hakkı da vardır. Aynen Alevilerin olması gereken hakları gibi yani!
Gelelim bize: Türkiye laikmiş! Hadi canım, laik olabilmek için önce devlet kurumları arasından şu Diyanet İşleri Başkanlığı’nı çıkartmamız gerekirdi. Biz bu işi yapabilseydik eğer, o zaman türbanla filan uğraşmak gibi bir hakkımızın olmayacağını da görebilirdik. İnsanların kendilerini özgürce ifade edebilecekleri sivil alanları devletin denetlediği alanlarından biri haline getirirsen, tabii sonra da türbanın siyasi bir simge olduğunu rahatça söyleyebilirdin. Şimdi aklıma geldi de, geçenlerde bir gazetede hoş bir karikatür gördüm. Adam kolundaki gamalı haçı göstererek, “E, siyasi simge olmuş da ne olmuş yani?” diyordu. TV’de izlediğim bir tartışma programındaysa, başörtülü bir kadına bu karikatür soruluyor, o da bunun faşizmi simgelemesi yüzünden kabul edilemez olduğu söylüyor, öte yandan da (sivil) inançları doğrultusundaki haklarını dile getirmeye çalıyordu. Oysa İslam ‘ideolojisi’ bundan başka neyi temsil ediyordu ki? İnsanlar istedikleri yerlerini (türban dahil) istedikleri gibi saklayabilirlerdi de, başkalarının saklanmak zorunda kalacakları ideolojini nereye/nasıl saklayacaktın?

İşin bir başka yanı, yapılmak istenen bu uygulamanın Anayasa’ya konma çabası: Tamam, toplumu inançlarının doğrultusunda (‘düşüncelerinin’ doğrultusundaki bir sözcüğü seçmediğim gözden kaçmıyordur umarım, çünkü sonuçta ideolojiler de bir inanç sistemidir) yeniden düzenlemek istediğini anladık; ancak bunun için öyle gerekçeler ileri sürülüyordu ki anlamak mümkün değil. AKP’nin anayasa danışmanı olan sayın (‘sayın’ sözcüğüm sahicidir.) Prof. E. Özbudun, “Bunu anayasaya koymasaydık mahkemeden geri dönebilirdi.” diyebiliyor. Yani hepimizi ilgilendiren, hiç kimseye hiçbir şekilde ayrımcılığın yapılamayacağı anayasaya türbana koyma gerekçesini böylesi reel politik, pratik bir nedene dayandırıyordu. Ne diyelim, vatana millete hayırlı uğurlu olsun!

Sanırım derdimi anlatabildim. Ancak şimdi laik kesimden gelen bir başka eleştiriye değinmeden yapamayacağım: Türkiye’nin önünde onca sorunlar varken (ki doğru) türbandan söz etmenin zamanı mı? diye soruyorlar. Bu da bana Yeşillerde sözcülük yaparken sorulan bir soruyu hatırlatıyor: ‘Efendim, henüz yurttaş inisiyatifleri gelişmediğine göre parti kurmanın sırası mı?’ Bu inisiyatiflerin geliştiğini, böylece parti kurmanın zamanının/sırasının geldiğini bize kim, ne zaman ve nasıl söyleyecekti ki? Anlaşılan şu sevimsiz öncelikler sorunundan hâlâ kurtulamadık; yani o zamanlar parti kurduk da fena mı oldu veya bu sorunu da çözmeye kalkışsak fena mı olur şimdi? Hırant Dink olayını konuşurken bir arkadaşım, “Zaten Türkiye sorun çözen değil sorun yaratan bir ülke olmuştur daima,” diyerek yüreğimi hafifletmeye çalışmıştı. AB meselesi-Kürt meselesi-Alevi meselesi-Ergenekon… Keşke bunların hepsini birden aynı anda çözebilseydik; hatta türban işin en kolayıydı bence: “Gramsci’nin ruhu şad olsun diyelim- yeter!

Share Box