Söyleme ve susma mecburiyeti olarak sansür

27 Eylül 2022, Salı

Faşizmin tanımlarından biri, son yıllarda yaygınca kullanılan tanım, faşizmin susmak kadar bir söyleme mecburiyeti de olduğudur. Bir konu hakkında, özellikle de bu ‘netameli’ ve muktedirlerce birlik beraberlik dairesinde görülen bir konuysa, tıpkı polisin yaptığı gibi, sizi konuşmaya zorlarlar, bazen de konuştururlar. Ve ağzınızdan çıkan söz, kaleminizin yazdığı metin de, çoğunlukla onların istediği gibi olur.

Bu mecburiyet, yani söyleme mecburiyetini yaratan koşullar, baskı, korku, tehdit, gözdağı, saldırı, sürgün, hapis, işten atılma, okuldan atılma gibi olumsuzlukların yaşandığı bir ortamın koşullarıdır. Orada üremişlerdir ve bulaşıcı bir biçimde de yayılmaya başlarlar.

Söylemeye zorlanan kişi ve kurumların, çoğu paylaşmadıkları düşünce ve görüşleri, çeşitli tehditler ve kaygılardan ötürü paylaşıyor görünmeleri, toplumsal, bireysel bozukluklara yol açar hiç kuşkusuz: Güvensizlik, kendinden kuşkulanma, kişilik törpülenmesi, sıkıntı, umutsuzluk ve benzeri sayısız arıza, bireyi ve toplumu kemirmeye başlar. Böylece hem söylemek fakat hem de düşündüklerinin tersini ya da onlardan farklı şeyleri söylemek biçiminde bir sansürdür bu.

-Söyle! Hemen söyle! Öyle değil, şöyle söyle, bizim istediğimiz gibi söyle, bizim gibi söyle! Bak böyle yaz, devletimiz, toplumumuz, geçmişimiz, geleceğimiz için şöyle yazman gerekiyor! Aykırı, çatlak, farklı sesler toplumu böler...

Diye diye diye...Renksiz, biçimsiz, hepsi birbirine benzeyen, tek tip diyebileceğimiz insanlardan oluşan bir yapı ortaya çıkar. Böyle bir yapıda sanatın, edebiyatın, basının, düşüncenin de birbirine benzemesi kadar doğal hiçbir şey olamaz. Sözün de tadı kaçar, yazının da zevki kalmaz!

Bakınız: Türkiyedeki üniversiteler. Siyasal partilerin çoğu. Basının, gazetelerin, televizyonların büyük bölümü...  

Faşizmin mecburi kıldığı şeylerden biri de susma mecburiyetidir. Elbette sansürün amacı da budur, rejimin, egemenlerin, otoritenin istemediği şeyler yazılmasın, konuşulmasın, gösterilmesin, çalınıp söylenmesin, sergilenmesin, yapılmasın... Bu mecburiyetten bu yıl payını en çok alan müzik ve müzik festivalleri oldu. Doğrudan müzik yasaklanmadı ama, o müzikle temsil edilen yaşam biçimi, eğlence, enerji, dostluk, yakınlık, aşk ve en önemlisi de kadın ve erkeği buluşturan ortamların yasaklanmasıydı temel amaç. Tek sözcükle söylersek, evet ‘laiklik’ti yasaklanan ve laikliğin neşesi!

Bu yasakları hepimiz kınadık, bağırdık çağırdık, yazdık çizdik...Fakat Türkiye’de uzun yıllardır iktidarda olan İslamcı anlayışın, kendilerine aydın, entelektüel, münevver, yazar, çizer, şair, gazeteci, sanatçı diyen kesiminden bildiğim kadarıyla tek ses çıkmadı. Tek tük varsa da biz duymadık. Tıpkı şimdi İran’da başını açtığı için öldürülen genç kızların, kadınların katli karşısında üç maymunu oynadıkları gibi. Belki içlerinden kınayanlar, vicdanı sızlayanlar, bu kadarı da fazla diyenler vardır ama, sustukça, bunları söyleyip dile getirmedikçe neye yarar ki bu? Daha da önemlisi, sansürün çift taraflı işlediğinin en açık delilidir. Hem yasaklar hem de akıl almaz yasaklar karşısında muhalifler hariç, kendilerini sanatçı, edebiyatçı, gazeteci, aydın sananların suskunluğu. Hem iki kere sansür. Bu da bir utanç ve vicdansızlık olarak onların hanesine yazılmaktadır.

Sansür hemen her dönemde elbette sansür adıyla değil, başka kılıklarda ortaya çıkar. En azından 2022 yılı için bu kılığın adı ‘hassasiyet’tir: Toplumun hassasiyeti, kitlenin hassasiyeti, bölgenin hassasiyeti, onun hassasiyeti, bunun hassasiyeti derken, insanın ‘hasss...’ diye başlayıp, ‘hay sizin hassasiyetinize’ diyesi geliyor!

PEN olarak, diğer kuruluşlar gibi, 1 Ekim’de Meclis’in açılmasıyla görüşülecek olan Sansür Yasası’nın da, sansürün de karşısında olduğumuzu bir kez daha belirtiyoruz.

 

PEN Yazarlar Derneği

Share Box