Abidin Parıltı: "Huzursuzum; Öykülerim Gibi...'

Abidin Parıltı
24 Mart 2008, Pazartesi

Heveskuşu'ndaki öyküler, kendine mühürlü kalplerin, aşkın hallerinin, tene duyulan özlemin ve yalnızlığın, yurdunda sürgün olmanın, yalancı geçmişlerin, karanlık suretlerin ve zamanın onaramadığı dertlerin izinden gider. Bu dünyaya birer mağlup olarak gelmiş ve her nasılsa tutunma becerisini gösterememiş, yenilmiş, ötekileştirilmiş insanların kendilerini arayışıdır anlatılan...

"Artık gittiğine, olmadığına, yaşadıklarımız hatıra olacağına göre seni anlatabilirim.

"Ama önce sana bir isim bulmalıyım. Benden başka kimsenin sen olduğunu bilemeyeceği, hep seni hatırlatacak ama seni unutturacak da bir isim. Esmerliğin gibi kavruk bir isim... Bana baharı da sonbaharı da anımsatacak, gölgesinde serinleyeceğim, olur da bir gün başka bir yaşamı tercih etsem de kendini unutturmayacak bir isim. Kaba ve sert bir isim değil. Birden çözülen, kendini ele veren, taşıdığı sırdan habersiz bir isim değil. Tam senin aradığın gibi bir isim arıyorum. Hep göz önünde olan ama saklanmasını da bilen. Birden bire kendini ele vermeyen, meydanı dublörlerine bırakmaktan çekinmeyen ama nasılsa ona dönüleceğini bilen, güven veren bir isim.

...

"Sonunda buldum sanırım.

"Süveyda...

"Bugün sensiz geçirdiğim ilk gün...

"Bugün ayrılığın ilk günü..."

Abidin Parıltı, HEVESKUŞU, İthaki Yayınları, 2008, 95 sayfa, 8 YTL.

Her ne yaparsam, neyle uğraşırsam uğraşayım geçmiş peşimi bırakmıyor, rüyalarıma giriyor. Bu cümle genç bir yazara ait, Abidin Parıltı'ya. Geçmişten kurtulamama Abidin Parıltı'nın o kadar peşini bırakmamış ki, bu sıkıntılı hal yazarın 'husursuz' öyküler yazamasına sebep olmuş. Parıltı, bu öyküleri Heveskuşu adlı ilk öykü kitabında topladı. Edebiyat dergilerindeki yazıları ve Mezopotamya kültürünün hikâye anlatma geleneğinin temsilcileri dengbêjler üzerine yazdığı Dengbêjler-Sözün Yazgısı kitabıyla tanıdığımız Abidin Parıltı ile yeni kitabı Heveskuşu'nu konuştuk.

Öykülerini ikiye ayırabiliriz. Modern hayatın getirdiği sıkıntılara dair olanlar ve Doğu'ya dair olanlar. Bu iki mevzuyla olan derdini biraz açabilir misin?

Sonuç itibarıyla yazılanlar yaşananların estetize edilmiş, edebi yolculukta mecrasını arayan halleri olabiliyor. Her ne kadar biyografik olandan uzak durulmaya çalışılsa da, yaşantı veya geçmiş yazılanın içine sezdirmeden sızabiliyor. Aslında ben de öyleyim. Bir yanım çocukluğumu, ilkgençlik yıllarımı geçirdiğim Mardin'e aitken diğer yanım yerinden yurdundan olmuş, adeta Camus'nün deyişiyle yeni bir hayatın içine fırlatılmış, orada var olmaya çalışan ve adına modern hayat denilen bir şeye ait olmaya başlamış durumda. Her ne yaparsam, neyle uğraşırsam uğraşayım geçmiş peşimi bırakmıyor, rüyalarıma giriyor... İki duvar ve iki dünya arasında sıkışıp kalmış, ikisine de ait olmanın yollarını arayan ve bunun sıkıntılarını yaşayan biriyim yani. Yazı bazen buna çare olabiliyor. Çaresizliklerimi örtbas ediyor. Kırgınlıklarımı, geçmişin onarılmaz acılarını yeniden kurarak, yalancı geçmişler uydurarak kendimi yeniden yapılandırmaya çalışıyorum. Bu anlamda tespitin oldukça yerinde. Evet, öykülerin bazıları doğduğum toprakların dertlerine odaklanırken, bazıları artık yaşadığım yerde tutunma becerisi gösteremeyen, sıkıntı ve güvensizlik içinde dolanıp duran ve hatta bazen şizofrenik bir hale bürünen bireyin dünyasını anlamaya çalışıyor. Nihayetinde yazdıklarım o hayatları anlamaya, onlarla empati kurmaya yönelik oluyor. Mesela Yas Kapısı'nda bebeğini emzirmenin telaşını yaşayan ve ona sütünü ancak bedeni soğuyup gittiğinde verebilecek bir annenin, Nazê'nin, iç burkucu ve tamamen yaşamsal hikâyesi varken, diğer yanda Göz Yorumcusu'nda olduğu gibi bütüne değil de parçaya tapmaya başlayan protez kültürü, yani modern hayatın handikapları anlatılır. Ben de yazarken o kişileri anlamaya, onlarla o zamanı yaşamaya çalışıyorum

Göz Yorumcusu'nun kendine has bir anlatım biçimi var. Öyküde kullandığın göz metaforu başarılı bir tarz katmış anlattığın hikâyeye. Göz metaforunu açalım mı biraz?

Az önce de söylediğim gibi modern toplum, biz farkında olmadan ya da tam da farkında olarak bize bütünün yerine idealize olanı ve 'parça' kültürünü dayatıyor. Birini gördüğümüzde 'gözleri çok güzel', 'elleri küçücük' gibi tanımlar kullanırız. Ve herkesten birer parça alarak, idealimizdeki kişiyi yaratmaya çalışırız. Bu anlamda Göz Yorumcusu buna eleştirel bir bakış olarak değerlendirilebilir. O öyküdeki kişi Antik Yunan kültüründen nefret eder. Çünkü bu kültür hep ideal olanı dayatmış ve o ideal olarak tasarlananın dışındaki her şeyi tukaka edip dışlamıştır. Öyküde göz yorumcusu olan kişi bütün bunlardan nefret eder ve gözlerine hayran kaldığı kadına tapmaya başlar. Bedeninin diğer kısımlarını görmezden gelir. Oysa kadın iri yarıdır, bugünkü bakış ve ölçütlerle çirkin bile olduğu söylenebilir.

Öykülerin genelde, 'huzursuz' öyküler, bireyin çatışmalarına hatta toplumun çatışmalarına odaklanıyorsun sık sık. 'Huzursuzun ve aksayanın altından edebiyat çıkarmalı ya da çıkar' anlayışına yakın duruyorsun diyebiliriz bence...

Huzursuz öyküler evet, çünkü huzursuz bir kalemden çıktılar. Ama zaten edebi olanın temelinde mutluluk yatmaz ki. Çünkü bilindiği gibi mutlu aşkın, dolayısıyla mutluluğun hikâyesi ne sözlü kültürde ne de yazılı kültürde vardır. Bana elle tutulur örnekler gösteremezsiniz. Çatışmanın ruhuna aykırıdır bu. Mutsuzluk, huzursuzluk, sıkıntı, bulunduğun dünyadan memnun olmama... Edebiyatın gücüne ve kudretine dayanarak yeni dünyalar tahayyül etme ancak bu duygularla söz konusu olabiliyor. Evet, Heveskuşu'ndaki öyküler genellikle sıkıntıyı, çaresizliği anlatır ama bunlara çare olmak için değil, bu görünmeyen ya da gösterilmeyen gerçeklikleri ve yaşamları görünür kılmak için yazıldı. Aristotales "anlat ki seni göreyim" der. Ben de tam bu noktadan bakıyorum. Anlatıyorum ki birilerinin, bunu yaşayanların ya da yaşayanlara empati duyanların, görmesi için. Yalnız olduğumu düşünmemek, aynı sorunlarla karşılaşanlarla aynı ruhu paylaşmak yazmaya götürüyor insanı.

Doğu'ya dair öykülerde, bir türlü bitirilmeyen savaşın birey üzerinde yarattığı ruhsal haller ve duygu dünyaları seni daha fazla etkilemiş gibi. Aslında iyi bildiğin bir coğrafya olmasına rağmen dış dünyadan çok iç dünya senin dikkatini çekiyor sanırım...

Evet. Doğu olarak coğrafi bir sıkışmaya uğrayan öykülerde, savaşın sonsuz etkisi söz konusu. Çünkü ben 1995 yılına kadar orda yaşadım. Savaşın en şiddetli olduğu ve hakikaten sonsuz trajedilerin yaşandığı dönemler. Bu dönemlerin etkisini yitirmesi maalesef söz konusu olamıyor. Dış dünya belli. Çünkü bu ülkede çocuklar ölüyor. Kardeşler, sevgililer birbirini acımadan öldürebiliyor. Nihayetinde 'vatan sağolsun' naraları atılıyor. Ama içeri döndüğümüzde durum değişiyor. Yara Defteri'ndeki yaşlı adam "gidiyorduk ve bir daha geri gelmeyecektik" diyor ve aslında trajedisini bu cümleye sığdırıyor. Bütün ömrünü o topraklar üzerinde geçirmiş ve o topraklarda yakınlarının mezarları olan birini sürgün ederseniz, o yaşlı insan ne yapabilir artık? Oğlu evinin önünden alınıp götürülmüş bir ananın iç dünyası beni ilgilendiriyor. Bu anlamda büyük büyük dertler değil küçük insanların büyük trajedileri beni ilgilendiriyor ve rahatsız ediyor. Rahatsız ettiği yerde yazmak bana çare oluyor. Ama o insana/insanlara neyin çare olabileceğini bilmemek acı veriyor.

Modern hayat öyküleri belki 'nefes' imgesi üzerinden değerlendirilebilir?

Evet bugün yaşadığımız modern hayat içinde hem gerçek anlamıyla hem de metaforik anlamıyla 'nefes' anahtar kelime gibi duruyor benim için. İlişkilerinde sıkıntı çekenler, ayrılanlar, aşk acısı çekenler 'nefes' almak için bazen olmadık seçenekleri işaretleyebiliyorlar. Aldatılan kadın nefes almak için aldatan erkeğin suretine büründürdüğü biriyle sabahı bulabiliyor. Göz Yorumcusu'nda olduğu gibi, adam kadını bulamadıkça dublörleriyle zaman geçirip 'asıl' olana ulaşmanın telaşına düşüyor. Sadece bir an olsun nefes almak için. Ama bu çoğunlukla suni bir nefes olmaktan öteye geçemiyor. Dublör ancak kısa bir zaman 'asıl olan'ın yerini tutuyor ve sonrasında acı ve kırgınlık yeniden hayatını ele geçiriyor. Modern hayatın içinde açlıktan karnı midesine yapışmış insanlar gibiyiz ve bulduğumuz her şeyi yemeye çalışmakla meşgul olurken 'asıl olan'ı gözden kaçırıyoruz gibime geliyor.

Burada Bilge Karasu'nun çok sevdiğim ve kitaba da aldığım bir sözünü anımsatmak istiyorum: "Sevmenin her türlüsünün yeme ile ilgili olduğunu anladım" diyor. Aslında bu söz modern hayatın işlendiği Heveskuşu öykülerini özetleyen nitelikte...

Her öykü farklı bir dil ve biçimle yazılmış. Öykü konularındaki arayışın dil ve teknik anlamda da sürüyor gibi...

Her hikâye aynı dille anlatılmaz. Anlatılmamalı. O hikâyenin dünyası kendini sana başka bir dil ve biçimle yazdırmalı. Mesela Yas Kapısı parçalı bir yapıya sahip ve yöresel kelimeleri de içinde barındırıyor. Parçalı; çünkü Nazê iki duvar arasında kalmış, ne yapacağını bilemeyen ve parçalanmış bir kadındır. Onun öyküsü benim açımdan böyle anlatılırdı. Göz Yorumcusu olabildiğince hızlı ve dışardan bir anlatımı dayattı. Maktul'deki faili meçhul cinayete kurban gidenin anası bir monologla anlatıyor hikâyesini; Mağlup Ten, eski kocasının tecavüzüne uğrayan ve buna katlanamayıp çıldıran bir kadını dışardan bir bakışla teatral bir biçimde anlatıyor. Ve nihayetinde dil-diyalog kuralı çerçevesinde her dünya kendi dilini dayattı. Bazı öykülerde aldığım dramatik yazarlık eğitiminin de etkisi yoğun oldu diyebilirim.

Söyleşi: Burcu Aktaş, Radikal Kitap Eki, 7.3.2008

Share Box