Erendiz Atasü: ‘Tadını çıkarta çıkarta yazdım’

Erendiz Atasü
18 Haziran 2008, Çarşamba

Erendiz Atasü'nün yeni kitabı "İncir Ağacının Ölümü" Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Kitap, peş peşe dört roman yayınladıktan, aşağı yukarı 10 yıllık bir zaman diliminden sonra ilk göz ağrısı öyküye dönüşü Atasü'nün. Biraz da kadınlığın her zaman her yerde geçerli olan halleri üstüne yazayım" dediği kerte...

Bilen bilir, gerçekçi bir feministtir Erendiz Atasü. Fikirlere, dünya görüşlerine, ilişkilere takım tutar gibi kapılan insanlardan olmadı asla. Peki salt politik mi öyküleri?

Duruşunu korumakla birlikte hem evet, hem hayır!

Ama kuşkusuz "dengelerin kireçlendiği" noktadan sesleniyor kelimeleri. Boşuna demiyor, "Bütün dengeler -kişisel ya da toplumsal- beslenmezse, dengelere emek verilmezse, kendi hallerine terk edilirlerse, aşınır" diye.

Günümüzde, belli bir kentsel çevrede mantar gibi biten, küçük burjuva, köylülüğün geleneksel hayatı iğfal edildikçe ortaya çıkan bir tür kent insanını alabildiğine eleştiriyor öykülerinde.

Kötü ve bozuk olanı da yazmaktan yana evet. Haklı da... Gerçekten de, küreselleşme kıskacındaki 2000'ler Türkiye'sini kötülüğü, çarpıklığı, masum görünüşlü suç ortaklarını sergilemeden nasıl yansıtabilirsiniz ki!

Edebiyatı da bundan yola çıkarak şöyle tanımlıyor: "Edebiyatın önemli bir özelliği döneminin ruhunu yakalamak ve yansıtmaktır"

Gönüllü kurbanlara ya da kurban konumuna hiç karşı koymadan teslim olanlara itibar etmedi hiç. Ama koşullara hiç söz geçiremediğimiz, kurban psikolojisine değilse de kurban konumuna fiilen tıkılıp kaldığımız halleri de göz ardı etmedi. Onun için bu kitapta kurbanları da okursanız şaşırmayın. Unutmayalım ki kurbanlar da anlaşılmayı hak eder.

Erendiz Atasü ile "İncir Ağacının Ölümü" üzerine bir söyleşi yapmak güzeldi, umarım okuması da öyle olur...

Gamze AKDEMİR

- "İncir Ağacının Ölümü" ne kadar bir zamanlık emeğin, duygunun ürünü?

- Edebi bir metnin arkasındaki duygu birikimi, çoğu kez yazarın hayatının tümüne yayılır. En azından galiba deneyimli yazarlar için bu böyle, en azından bu kitap için kesinkes böyle. İncir Ağacının Ölümü'ndeki öyküleri hayata, hem kendi yaşantıma, hep parçası olduğumuz büyük hayata daha kuşbakışı bakabildiğim bir dönemde yazdım.

Duygu süreci, böyle...

Emek -yani fiilen yazma süreci ise- 1999'da kaleme aldığım Beyaz Fil'i saymazsak, 2005 yazından 2007 ilkbaharına kadar iki yıl sürdü. Peş peşe dört roman yayımladıktan, aşağı yukarı on yıllık bir zaman diliminden sonra, ilk göz ağrım öyküye dönüyorum.

Öykü, yazarını roman kadar hırpalamaz. Tadının çıkarta çıkarta yazdım.

‘GERÇEKÇİ BİR FEMİNİSTİM'

- Üç bölümde toplanıyor öyküleriniz... Neye göre neden "Gülünesi", "Buruk", "Karanlık"?

- 2006'da yayımlanan, Türkiye'nin sorunlarını enine boyuna irdelemeye çalıştığım Açıkoturumlar Çağı'ndan sonra, "Yeter artık, biraz da kadınlığın her zaman her yerde geçerli olan halleri üstüne yazayım" dedim. Dikkat ettiyseniz, Karanlık Öyküler de çoğu kez ne şahıs ismi, ne de belli bir mekân ve zaman söz konusudur.

Elbette feministim, ama fikirlere, dünya görüşlerine, ilişkilere takım tutar gibi kapılan insanlardan hiç olmadım. Gerçekçi bir feministim. Bu, kadınların içinde var olan karanlıkları da görebilmek demektir.

Biz kadınlar, ezilmenin masumiyetini taşırız. Ezme kudreti elimize geçince acaba nelere kadirizdir? Kadınların ve kadınlığın karanlık yanlarını irdelerken, kanımca kadın yazara düşen, bu karanlığın kadının ezilmesiyle, kişiliğinin, özellikle cinsel kimliğinin bastırılmasıyla birebir ilişkisini kurcalamaktır. Karanlık Öyküler de bunu yapmaya çalıştım.

Ama Türkiye insanı rahat koymuyor ki! Gülünesi Öyküler, Türkiye'deki -bir İngiliz deyişi uyarınca- vahim ve tehlikeli olan, ama ciddi olmayan durumu mizahi bakışla yansıtmaya gayret eder. Ülkemiz boşuna mı Aziz Nesin gibi bir deha yetiştirmiştir! Yaşadığımız trajedidir, kara güldürüdür, hele 2000'lerde yaşadıklarımız abes'in ta kendisidir! Absurd tiyatro ustası Ionescu'nun zekâsını ve hayal gücünü bile zorlayacak ölçüde mantık dışıdır!

İnsan öykü yazarken, öyküye dair bir erdemi keşfediyor: Çok tipik ya da çok atipik bir durumu, böyle bir insanı, böyle bir ayrıntıyı öyküleştirirken, adeta hayattan bir kesit alırsınız. Bu kesitte, tıpkı bir bitki organından aldığınız mikroskobik kesitte o organın tüm dokularını görebilmeniz gibi, belli bir tarih kesitinin tüm bozukluklarının izlerini yakalayabilirsiniz.

Gülünesi Öyküler, elbette güleriz ağlanacak halimize diyen politik öyküler. Buruk Öyküler ise farklı zamanlarda ve ortamlarda yaşamış ve yaşanan kederi dile getirirler.

‘YAZMAK EKSİLENLERİ ONARIR'

- İyi kişi, iyi yurttaş olma düsturu... Kimi sıradan vatandaş hali, sıradan kaygılar... Ertelenmiş yaşamlar... Kapitalin ezip geçtiği insanlık... Heyecan açlığı... İçine kapanık, küçük dünyalara meyillilik... Bu yapı, sistem ehilleşmedikçe ve eğitilmedikçe olacağı da bu muydu? Öykü kahramanlarınızın o hep bir adım önde hüznünün kaynağı bunlar mı?

- Düzen bozuksa, bireyin kısa sürelerin dışında mutlu olabilmesi pek mümkün değil. Üstelik mutluluklar gerçektense yanılsama... Ancak, hayatın kendisi trajiktir; çünkü insan ölümlü olduğunu bilen, gövdesinin ve sevdiklerinin çöküş süreçlerini izleyebilen belki de tek canlı. Belleği isyanla olduğu kadar hatırlamakla da malül. Yitimlerin, acıların izlerini taşırız hepimiz. Belki de yazmak, ya da tüm yaratma süreçleri yaşamdan eksilenleri onarmanın bir yoludur. Yani ideal düzende yaşasaydık bile, hüznü hayatımızdan uzaklaştıramazdık. Halimize şükredelim anlamında söylemiyorum, doğal ki.

ÇOĞULCU DEMOKRATİK YAPIMIZ ZEBERCET!

- Uyanık kapıcının önce sinen sonra diklenen en sonra da umursamayan ve muhafazakara kapılanıp yolunu bulan tavrı... "Zebercet, Türkiye'nin çoğulcu demokratik yapısının en güzel kanıtıydı!" diyorsunuz mesela. Günümüzden de göndermeler var diyebilir miyiz siyaseten?

- Alıntıladığınız tümce, ironik bir yaklaşım, elbette. Her ne kadar, öyküde bu tümcenin geçtiği gazete haberi bu ironiden habersiz ise de! İşte bu habersiz olma hali değil mi zaten ironiyi yaratan! Elbette son derece politik bir hikâye Kapıcı Zebercet. Absurd edebiyata ait bir öykü gibi duruyorsa da, ne hazin ve komiktir ki son derece gerçekçi! Çok önemli bir kentimizin büyük şehir belediyesindeki muteber imar uzmanlarından (!) birinin kapıcılıktan geldiğini biliyor muydunuz? Kapıcılıktan gelmesi tek başına bir kusur sayılamaz. Vahim olan, kapıcılık deneyiminin üstüne hiçbir şey koymadan bugünkü mevkiine yükselebilmiş olması! Durumumuz ağır, tehlikeli ama ciddi değil derken böyle şeyleri kast ediyorum.

DENGE KİREÇLENİYOR!

- Beyaz Fil'de diyorsunuz ki; "Böylece denge kireçleniyordu..." Neler kireçleniyor mesela en geniş perdede?

- Beyaz Fil'de tarihi olayların getirdiği kederle, kadınlık erkeklik hallerinin uyum-uyumsuzluk sarmalının doğurduğu çaresizlik hüznü iç içe. O, belki de -kapsamının genişliği açısından- yazdığım en iyi hikâye.

Hayat devingendir, gövdemizin istisnasız her işleyişi -sağlıklı yürüdüğü sürece- devingen dengeler üstünde durur. Devingenlik aksarsa denge bozulur. Bütün dengeler -kişisel ya da toplumsal- beslenmezse, dengelere emek verilmezse, kendi hallerine terk edilirlerse, aşınır.

- Kimi kahramanlar muzdarip ama kanıksamışlar başlarına gelenleri... Neden böyledir bu?

- İliklerimize işlemiş kadercilikten olmasın.

‘KÜÇÜK BURJUVALARA ÇOK KIZIYORUM'

- Bitki sevgisi, insan sevgisi göstermelik olanların iplikleri pazarda satır satır... Her şeyi başta insanlığı salt gösteriş olanların sarmalında dikenli çalılı bir öykü "İncir Ağacının Ölümü Üzerine Tuhaf Bir Soruşturma"... Yazar da heyecanla ve hırsla yazmış sanki bazı satırları... Öyle mi sahi?

- İncir Ağacının Ölümü öyküsünü fiilen kaleme alırken kızgın filan değildim. Yazarken, duyguların sıcak yoğunluğundan arınırsınız, metnin iç denge kaygıları ön plana geçer.

Yazmanın bir ölçüde sağaltıcı olmasının bir nedeni budur belki de. Duygunun şiddetine merhem gibi gelir.

Ama sık karşılaştığımız bir tür kent insanı -küçük burjuva mı demeli- var ki, yaşamın içinde beni gerçekten de çok öfkelendiriyor. Bunlar, hak hukuk, erdem, sorumluluk deyince, mangalda kül bırakmayan, ancak toplumsal iyilik için en ufak çıkarlarından dahi feragat etmek, istemeyen, tüm bilgileri yüzeysel, ancak cehaletlerinden habersiz, korkak, kaypak, saygısız, haddini bilmez, kibirli kimselerdir; mal mülke taparlar, gösteriş budalasıdırlar.

Dikkat edin, ne çocuk severler, ne bitki, ne de hayvan. Hayata düşmandırlar. Çocukluklarında kişiliklerini çarpıtmış etkilerden kurtulabilmeyi asla başaramamışlardır. Günümüzde, belli bir kentsel çevrede mantar gibi bitmektedir, bu tür insan. Köylülüğün geleneksel hayatı iğfal edildikçe, ortaya çıkan insan da ne yazık ki bu anlattığıma çok benzemektedir. Evet, böylelerine çok kızıyorum, çok doğru!

‘KÖTÜ VE BOZUK OLANI DA YAZDIM'

- Sosyal fotoğraflar kitabınızın bütününde... Şiddet kimi bir ağacın gövdesine hasetle kireç döken ellerde, kimi kan davası kalıntılı bir namlunun ucunda... Çeşit çeşit, mayalı insancıklar... Göç vuruyor şehirler yutuyor...

Temizlikçe güya haklıdan yana ama bak nasıl da ikircikli olmasını biliveriyor.. Sonra apoletleri sökülüp emekli edilenin vay haline! Hele o kapıcı... Başlı başına roman.. Ama tek taraflı değil, hani o kötünün, o ters gidenin açısı da var... Değil mi?

- Evet, özellikle kötü ve bozuk olanı da yazmak istedim. Hayat, sadece onurlu mücadeleden ibaret değil. Zararsız gibi duran davranışlardaki suçluluk payını da irdelemek istedim. Bugün Türkiye'de topyekün sınıfta kalmamızın önemli bir nedeni, ilk bakışta zararsız görünen tutumlardır. İncir Ağacının Ölümü'nden sorumlular arasındaki temizleyici kadın hiç de masum değil. Küçük çıkarlarına düşkün, burjuvalaşmış bir köylü. Son derece önyargılı. Sınıf bilincinden zerrece nasibini almamış.

Ne diyor, "Bey beyliğini bilsin, hanım hanımlığını". Özüne saygısı yok. Kendisi gibi emek vererek yaşamak isteyen Fikret ve Nuran'ı küçük görüyor. Varsıllık karşısında ise kendinden geçiyor! Böyle insanlar, gerçekten habis çıkar ağlarına hizmet ediyor, onların gönüllü ya da bilinçsiz aracısı durumuna hemencecik uyuveriyorlar.

Küreselleşme kıskacındaki 2000'ler Türkiye'sini kötülüğü, çarpıklığı, masum görünüşlü suç ortaklarını sergilemeden nasıl yansıtabilirsiniz ki!

- Kitabınızda ses boğumu ya anlatılan devre ya da karakterin yöresine, memleketine göre değişiveriyor... Çok sesli hikâyeler diyebilir miyiz hem dil hem duygu açısından?

- Aslında yapmak istediğim tam da buydu. Politik duruşunu bozmadan böyle bir çeşitlilik yaratabilmek, yazar için güzel bir şey.

‘KAVGACI DEĞİL MÜCADELECİYİM'

- Kurban karakterlere itibar etmez Erendiz Atasü biliriz.. Kurban konumundaki karakterleri olsa bile sersefil değildirler.. Kitabınızda "sevilecek" ya da "illet olunacak" çeşit çeşit, huy huy kahramanla karşılaşıyoruz.. Hepsinde en ortak özellik ne olmalı?

- Evet, gönüllü kurbanlara itibar etmemişimdir ya da kurban konumuna hiç karşı koymadan teslim olanlara. Kadınlık kurban konumuna itilmiştir, tarih boyunca; bugün de rezilce ikiyüzlü yöntemlerle, kurban konumunu bir marifetmiş gibi ve adını koymadan, hatta adını özgürlük koyarak kabullenmemiz istenmektedir, siyasal güç tarafından.

Aldatmacanın farkına varmak ve karşı durmak zorundayız.

Ben, yapı olarak kavgacı değil, ama mücadeleci bir insanım. Zaten başka türlü, bağımsızlığını koruyarak yazar olarak kalmak günümüz koşullarında -hele bir kadın için- pek mümkün değildir. Sadece koşullarla değil kendimle de mücadele ederim. Kendinizle mücadele, boşa kürek çekmek değilse eğer, kendinizi tanıma, anlama mücadelesidir aslında.

Kendini tanımaktan kaçanlara son tahlilde fazla sempati duymam, ya da sempatimi zaman içinde yitiririm. Şimdi, deminki sorunuza da daha doyurucu yanıt verebileceğim, galiba:

Sadece kadercilik değil, kendini irdeleme kültürünün de coğrafyamızda pek itibar görmemesidir, insanlarımızda sık rastlanan teslimiyetçiliğin, kolaycılığın bir nedeni.

Kendinizi bilmezseniz, bir sorun karşısında nasıl tavır almanız gerektiğine nasıl karar verebilirsiniz ki!

Ancak, koşullara hiç söz geçiremediğimiz, kurban psikolojisine değilse de kurban konumuna fiilen tıkılıp kaldığımız haller de vardır. Bu kitapta kurbanlar var: Beyaz Fil'deki Ani, Rus göçmen, aynı öyküdeki ressamın karısı, birçok durum karşısında gerçekten de çaresizdirler. Kayma hikâyesindeki depremzede genç kız... Kurbanlar da anlaşılmayı hak eder.

‘ÇAĞDAŞ EDEBİYATIMIZ ELEŞTİREMİYOR!'

- Şu anda ne üzerinde çalışıyorsunuz?

- Gene öyküler üstüne çalışıyorum. Yinelene yinelene anlam aşınmasına uğramış bir söz vardır: Edebiyatın görevi çağına tanım olmaktır. Ben, edebiyatın önemli bir özelliği döneminin ruhunu yakalamak ve yansıtmaktır, diyorum.

Ruh sözcüğünden kastettiğim, bir insanın, bir dönemin, bir toplumun çıkar amaçlı olmayan duygu ve düşünce zenginliğidir. Bu açıdan küreselleşme döneminin tamamen yoksul yani ruhsuz olduğunu vurgulamak isterim.

Çağdaş edebiyatımızın bu ruhsuzluğu eleştirel duruşla hakkiyle yansıtabildiğini ileri sürmek pek zor! Eleştiri olduğu savlanan pek çok yapıt ruhsuzluğa çekingen övgüler gibi. Yeni kitabımda biraz bu durumu sorgulamak, yani çuvaldızı bize, yazarlara batırmak istiyorum.

Söyleşi: Gamze Akdemir, Cumhuriyet Kitap, Sayı: 958, s.4,5

gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr

İncir Ağacının Ölümü/ Erendiz Atasü/ Everest Yayınları/ 155 s.

Share Box